Pazar, Kasım 26, 2006

BİR ÖYKÜ: PAPATYAM

Hayat bu kadar mı tatlı? Nedir o papatyaların tam iki haftadır direnci? Koyduğum vazoda boyunlarını bükmekle sularının bittiğini nasıl da nazikçe anlatıyorlardı bana! Hayata dört elle sarılmak bu olsa gerek. Köklerinden kopmaları ümitsizliğe sürüklememiş onları.Ölümlerinin yüzde yüz olduğunu bildikleri halde vazolarında suları bulunduğu müddetçe hem diriliklerini sürdürüyorlar hem de en güzel renkleriyle çevremizi süslemeye devam ediyorlardı.
Sen de süslemeye devam et papatyam çevremizi. Sakın gözlerini yumma.Yumma yavrucuğum. Biliyorum, göz kapakların kendiliğinden kapanıyor; dayanamıyorsun. Üzme beni ama; bak beden vazondaki can suyun yerinde? Ne olursun babana bir gülümse... Kusuruma bakma bebeğim. Bu üç yaşının lekesiz tazeliği, masumluğu bozulmasın diye seni götürmek zorundayım, büyük şehir hastanelerine. Doktor amca öyle dedi ya? Götürmeliymişim geciktirmeden sonra bağırsaklarına çare bulamazlarmış. Bak evimizdeki papatyalara onlar bile nasıl mücadele veriyorlar yaşamak için. Ne olursun dayan kızım. Senin de hakkın şu gökyüzünü, şu kıpır kıpır oynaşan yaprakları, şu fısıldayan çamları seyretmek. Şu gelen tren sesini duymak. Geldi işte... Gidiyoruz işte.. Dayan meleğim. Seni özel arabalarla, otobüslerle götürmek isterdim. Ne var ki, babanın gücü bu kadar. Baban nihayetinde bir öğretmen?
Tren, parça parça bulutların altından, genişçe bir ovanın ortasından, gümrah yeşilliğin arasından kayıp gidiyordu. Güneş mor dağlara yaklaşmış olduğundan camların da ısısını arttırdığı ışıklar doğrudan vagonun içine vuruyor; hasta yavrunun gözlerini daha da açılmaz hale getiriyordu. Baba, başını cama dayamış, dışarıyı seyrediyor görünmesine rağmen çocuğundan başka düşündüğü bir şey yoktu. Güneş gözünün içine girmiş farkında bile değildi. Ne zaman, yüzünü dayadığı cama, tam cama dayadığı gözünün hizasına iki-üç tane yağmur damlası vurdu, gözüne girdi zannıyla birden irkildi, kendine geldi. Hem güneş görünüyor hem de yağmur yağıyordu.Yalnız bir tuhaf yağıyordu. Sanki bulutların altına iri çivilerle delikler açılmış da oralardan seyrek sepeldek düşen damlalar, yere yaklaştıkça bir demetten dağılan kırpılmış iplikler haline dönüyor, öylece ağaçlara, otlara tarlalara iniyordu. Bir müddet sonra yağmur kesildi ya da tren yağmur bölgesinden uzaklaştı. Uzaktan bakıldığında zerdali bahçelerinden geçen trenin yalnızca üst tarafı görünüyor. Çabucak geçip gittiği için de gövdeye dalan elma kurdu gibi yeşilliğin içine dalıp dalıp gidiyordu.
Kemer istasyonunda indiğinde, kucağındaki çocuğuyla birlikte kendini istasyon kapısının camında gördü. İki günlük sakallarından olsa gerek avurtlarını biraz daha çökmüş, boynu biraz daha uzamış gibiydi. Kendi kendine ?Tuhaf, bu saatte bu hal. Olacak iş mi bu?? diye mırıldanıyordu. Etrafa bakındı. Hava oldukça serin ve vakit de gece yarısını geçmekteydi. Kucağındaki yavru derin uykudaydı. Yüzünü açtı yanağından hafifçe öptü ve yürüdü.
Acil serviste kısa bir kontrolden sonra Tuğba?yı hemen Cerrahi bölüme kaldırdılar. Babaya da yarın gelmesini, beklemesinin bir anlam taşımadığını bildirdiler.
Karmakarışık duygular içinde denize doğru yürüdü.Garın yanına kadar nasıl geldiğini anlayamadı. Sarhoşların naraları, köpeklerin havlamaları olmasaydı; belki de nerelerden geçtiğinin farkına bile varmayacaktı.Garın karşısındaki camiye giriverdi. Elini yüzünü yıkadı. Muslukların dibinde kıpırdayan bir çöp torbası seçer gibi oldu.Gecenin ikisinde bu da ne, diyerek önce irkildi, sonra bir köpek olmalı, diyerek kendini teselli etti. Öksürdüğü için torba, bir evsizin olduğuna kendini inandırarak oradan uzaklaştı. Denize vardığında dalgaların özel getirilmiş kayalara şırrak şırrak vuruşu, çekilirken şıkır şıkır taş yuvarlamalarıyla çıkardığı sesler, onu bir anda rahatlatmış olmalıydı ki, kendine geldiğinde ?Yazıklar olsun bana, meleğim hastanede tek başına kim bilir ne halde. Ben burada durmuş denizi seyrediyorum.? düşüncelerine kapıldı. Çaresizdi, bitkindi. Sabaha kadar kayaların üstünde denizle ve kızıyla gelgitler yaşadı. Biraz ilerideki vapurun yüksek perdeden vonklamasıyla kendine emir verilmiş gibi hastaneye gitmeye karar verdi. Oysa daha güneşin doğmasına çok zaman vardı.
Hastaneye vardığında ortalıkta doktorlardan eser görünmüyordu. Bekleyecekti. O kadar boş banklar olmasına rağmen bazen kaldırım kenarlarına çömeliyor, dirseklerini dizine koyarak başını elleri arasına alıyor; bazen de hastane bahçesinde boş boş dolaşıyordu.Yetkili doktorlarla görüşmesi on buçuğu bulmuştu. Üç doktor durumu açıkladılar: Bağırsak iltihabı ve acilen ameliyat olması gerekiyor. Hayati tehlike söz konusu? Kızıl kaşlı, çipil gözlü doktor açıktan açığa ?Bize bir milyar sekiz yüz milyon vereceksin, kayıt dışı.? demez mi? Dondu kaldı. Memur birisi bu parayı nasıl ve nereden bulabilirdi? Ama bu rüşvet diyebildi. Aralarından birisi ?hayır iş zorluğu karşılığı? diyerek kestirip attı.
Para bulma telaşıyla hangi kapıları çalacağını bir bir sıralıyor beyninde, tek bir olumlu cevap çıkmıyordu. Sahi büyük biraderi vardı ya Narlıdere?de. Nasıl gidebilirdi? Ağabeyi, yıllardır selamı sabahı kesmişti kardeşlerinden. Ona tepeden bakar da aşağılarsa, kendisini bir solucanmış gibi ezme duygusu yaşatırsa. Öbür tarafta meleği ölecek. Aşağılanmayı göze almalıydı.
Büroya vardığında ağabeyi candan karşıladı. Umduğunun hiç birisi olmadı. Derdini açtı. Biraderi son derece üzgün olduğunu, yeğenini asla ölüme terk edemeyeceğini; fakat kusura bakmamasını, büyük yatırımlar yaptığından elinin oldukça darda olduğunu ifade etti. Bu son cümleyi duyar duymaz, beynini kaynar sular haşladı. ?Eyvah!?dedi. Biraderi suskundu. ?Eyvah! Kızım ölüyor abi!.. Borç da mı bulamazsın??
Biraderi başını salladı: ? Hayır!?
Gözleri kan çanağı. Bu kez biraderini o terk etti selamsız sabahsız. Diline takılıp kaldı: Ruh kardeşliği olmayınca, beden kardeşliği faydasız. Dengesi o kadar bozulmuştu ki, kızı hastanede kaldığı üç hafta boyunca yeni tanıştığı hangi hasta yakını varsa, onlara biraderini anlatıyor; bütün konuşmalarının sonuna da ?Ruh kardeşliği olmayınca, beden kardeşliği faydasız.? cümlesini ekliyordu. Perişan geçen dördüncü haftanın sonunda, bir günlüğüne memleketine gitmesi gerekiyordu, çocuk bölümüne çıktığında çocuğunun yatağını boş gördü. ?Herhalde ameliyata almış olmalılar.? diye düşündü. Koridordan geçen hemşireye sordu. ?Hemşire hanım burada yatan Tuğba nereye götürüldü? Bir aydır hemşirelerle tanış olmuştu zaten. Onlar da onu tanıyordu. Hemşire belki yirmi saniye kıpırdamadan kendisine baktı. Bir şey mi oldu hemşire hanım? Demek zorunda kaldı. Hemşire yavaşça kulağına, ?Çocuğunu buradan derhal çıkar. Onu kimsesizler bölümüne attılar. Ölümü yakındır. Ameliyat mamaliyat da bekleme.?
Baba:?Ama nasıl olur?? deyince, hemşire: ?Sesini yükseltme. Hemşire değişiminde kimseye sormadan al git çocuğunu. Arkana bile bakma. Behçet Uz Çocuk Hastanesine götür.?
Ertesi gün, ekmek sarısı yavru kollarında, kayıt sırasında beklerken, yanından geçen doktor, beyaz önlüğünün bir kolunu çıkarıyor, diğer eliyle de çantasını koltuk altına almaya çalışıyordu. Çanta yere düştü, onu almak için eğildiğinde çocuğu görüverdi. Hiç tereddüt etmeden ?Sen hâlâ sırada mı bekliyorsun? Çabuk getir onu. Kaydını maydını sonra yaptırırsın.? Muayenehaneye aldığı yavruyu ciddi şekilde kontrol etti, dışarıda bekleyen babayı çağırdı. ?Yavruyu öldürmüşsünüz. Siz nasıl babasınız? Hiç kafanız çalışmadı mı?? Perişan baba, durumu özetleyince, doktor: ?Tamam, bunu yoğun bakıma alıyorum. Sen tam on gün sonra gel. Yalnız ümidim yüzde on Bunu da bil. Hadi şimdi git.? dedi.
*
Konak?ta Belediye otobüsünden bu kez hanımıyla birlikte iniyordu. Uzaktan duyulan davul sesleri, arada sırada havayı yaran tüfek gümlemeleri, sanki onu karşılamak için özel hazırlanmış tören gibiydi. Gök yüzü, açık mavi ve bulutsuz. Deniz, küçük kıpırtılarla onun için binlerce kişinin alkışlayan ellerinin uçlarının görüntüsünü yansıtıyor. İçi huzurlu bugün. İnenlerden birine soruyor. Nedir bu davul, tüfek sesleri? ?Abi, bilmiyor musun? Bugün Dokuz Eylül! İzmir?in bağımsızlığına ve Atasına kavuşma günü.? dedi.
İç konuşmasını sürdürüyor ?Demek bugün kızımıza, kuzumuza kavuşma günü. Ne de denk geldi bu bayram.? ?Yürü hanım, yürü. Bir an önce görelim meleğimizi. Hazır davullar da bizim için çalarken....
Yuvarlak gözlüklü sempatik doktor, boynunda stateskopu önünde çayı, masanın kenarında oturan hemşireyle bir şeyler konuşuyordu, odaya girdiklerinde. Daha bir şey demelerine meydan vermeden doktor: Hemşire size gerekli bilgileri verecek dedi. Bir yere beraber gitmelerini istedi. Serin koridorlardan geçtiler hiç bilmedikleri bir kapının önünde durdular.Önce hemşire girdi, ardından da onlar. Hemşire, derince bir çinko çekmeceyi açtı. Anne olduğu yerde bayıldı. Baba hiç konuşmadan hastane dışına çıktı. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu: Ah ulan abi ah! Bu haykırışları kendinden başka kimsenin duyduğu yoktu aslında. Sel gibi akan trafikten, çevrenin tabii gürültüsünden kim duyacak onu? O içine eğilmiş, bağırmaya devam ediyordu: ?Ah ulan abi ah!?

İbrahim KALABALIK
Türk Dili ve edebiyatı Öğretmeni